KİŞİLİK BOZUKLUKLARI

Kişilik kavramı, pek çok kuramcı tarafından ele alınmış, farklı biçimlerde tanımlanmış ve üzerinde çalışılmıştır. Farklı kuramsal açılardan ele alınacak olursa, kişiliğe ilişkin pek çok tanım yapılabilir. Örneğin Carl Gustav Jung kişiliği, bilinçli ya da bilinçdışı tüm duygu, düşünce ve davranışları ifade eden bir bütün olarak psişe (psyche) kavramı ile tanımlar ve kişiliği bir bütün olarak ele alırken (Geçtan 2005); davranışçı kuramı benimseyen Pavlov ise kişiliği, öğrenilen davranışların bir bütünü olarak yorumlar (Pervin ve John 1997). Allport’un kişilik tanımı ise, kişinin çevresine yönelik uyumunu belirleyen psikofiziksel sistemlerinin kişiye özgü dinamik organizasyonu şeklindedir. Hangi kuram olursa olsun kişilikle ilgili tüm tanımlamalarda ruhsal uyuma ve motivasyona odaklanılmıştır, yani ortak nokta işlevselliktir (Svrakic ve Cloninger 2007). Üzerinde uzlaşmaya varılmış tek bir kişilik tanımı olmamakla birlikte en genel ve yalın anlamıyla kişilik; bireyin hem iç hem de dış çevresiyle kurduğu, diğerlerinden farklı, tutarlı ve yapılaşmış ilişki biçimi olarak tanımlanabilir ki bu tanım, içinde pek çok özelliği barındırmaktadır. Buna göre kişilik, bireyi diğerlerinden farklılaştırır; farklı zamanlarda, farklı yerlerde, benzer ortamlarda davranışlarında tutarlılık gösterir; birbiriyle ilişkili pek çok birimden oluşan bir yapıdır ve hem kendisi hem de çevresiyle kurduğu ilişkilerde belirleyici rol oynamaktadır (Cüceloğlu 1992). Kişilik, mizaç gibi doğuştan gelen özelliklerin, yetiştirilme tarzının ve kültürel faktörlerin etkileşimleri ile küçük yaşlardan itibaren şekillenir ve değişime karşı oldukça dirençlidir (Doksat 2003).

Kişiliğin gelişmesinde çevresel özelliklerin mi yoksa genetik etkilerin mi rolü olduğu tartışması uzun yıllar sürmüş, ancak günümüzde çevresel özelliklerle birlikte kişinin doğuştan getirdiği kalıtımsal özelliklerinin her ikisinin de etkili olduğu görüşü yaygın biçimde kabul edilmiştir (Svrakic ve Cloninger 2004). Yapısal açıdan bakılacak olursa mizaç, kişiliğin biyolojik ve kalıtımsal yönünü içerirken; karakter ise kişiliğin sosyal ve kültürel boyutunu içermektedir.

Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanımına göre kişilik bozukluğu, kişinin içinde bulunduğu kültürden önemli derecede sapmalar gösteren, süregiden bir iç yaşantı ve davranış örüntüsüdür. Bu örüntü yaygındır, esneklik göstermez, ergenlik ya da gençnerişkinlik yıllarında başlar, zamanla kalıcı hale gelir ve işlevsellikte bozulma ile birlikte sıkıntıya neden olur. Kişilik özellikleri, ancak esneklikten yoksun ve uyumu bozucu olduğunda ve işlevsellikte belirgin bir bozulmaya ya da öznel bir sıkıntıya neden olduğunda kişilik bozukluklarını oluşturur (APA 1994).

DSM’de kişilik bozuklukları tanımlayıcı özelliklerinin benzerliklerine göre üç kümeye toplanmıştır. Paranoid, Şizoid ve Şizotipal kişilik bozukluklarının oluşturduğu A Küme temelde tuhaf, ilgisiz özellikleri içerirken; Antisosyal, Borderline, Histrionik ve Narsistik kişilik bozukluklarının oluşturduğu B Küme özellikleri dramatik, dürtüsel, tutarsız olmayı içerir; Çekingen, Bağımlı ve Obsesif Kompulsif kişilik bozukluklarının oluşturduğu C Küme ise anksiyöz ve korkulu kişilik özelliklerini içinde yoğun biçimde barındırmaktadır.

  1. Paranoid Kişilik Bozukluğu

1894’te Freud ilk kez yansıtma (projeksiyon) savunma mekanizmasını tanımlamıştır. Adolf Meyer ise, 19.yy’da betimleyici psikiyatri içinde çeşitli isimlerle yer alan benzer vaka öykülerinden hareketle paranoid karakter tanısını dile getirmiştir. DSM-III’te yer alan 18 üç temel kriter (şüphecilik ve güvensizlik, aşırı duyarlılık ve kısıtlı duygulanım) DSM-IIIR’ye eklenerek paranoid kişilik bozukluğu için yedi kriter oluşturulmuştur. Bu kriterlerden dört tanesi tanı koymak için yeterlidir (Perry ve Vaillant 1989).

Paranoid kişilik bozukluğu, ancak güvensizlik ve şüphecilikle açıklanabilir (Parnas ve ark, 2005). Yeterli bir dayanağı olmaksızın, başkaları tarafından sömürüleceği ya da kendisine zarar verileceği inancı; ortada bir neden olmaksızın arkadaşlarının ve/ya eşinin sadakat ve güvenilirliğinden şüphe duyma; sıradan konuşmalardan ve olaylardan kendisini küçük düşürücü ya da tehdit edici anlamlar çıkarma; kendisine yapılan bir davranış karşısında hemen saldırıya geçme ve kin tutma; başkalarına anlatacağından korktuğu için, kendisiyle ilgili konuları kimseye anlatmama paranoid bir kişinin tipik özellikleridir (Geçtan 1997)

  1. Şizoid Kişilik Bozukluğu

Şizoid kişilik bozukluğu tanısı, Eksen II tanıları ve yaklaşık 100 yıldır değişmekte olan tanı kategorileri içinde belki de en tartışmalı olanıdır (Beck 2008). Bu bozukluğun tanınması, 1900’lerin ilk 20 yılında Adolf Meyer, August Hoch ve Eugen Bleuler’ın çalışmalarından sonra yaygınlaşmıştır. August Hoch’ın shut in personality ve Eugen Bleuler’in otizm kavramsallaştırması, sadece korku ve yalnızlık çeken kişileri, sadece hayal dünyasında anlamlı ilişkiler kurabilenler şizoid kişilerden ayırmak için bir temel sağlamıştır (Perry ve Vaillant 1989). Şizoid kişiliğin ilk tanımı şu dört özelliği içermekteydi: diğerlerinden geri çekilme eğilimi; açıkça gösterilmeyen agresyon; duygulanımsal donukluk ve otistik düşünce. Şizoid, şizotipal ve çekingen kişilik bozuklukları başta aynı tanı başlığı altında düşünülmüştür ancak DSM-III, hastaya şizotipal kişilik bozukluğu tanısı konması halinde, şizoid kişilik bozukluğu tanısı koyamama koşulu getirmiştir. DSM-III-R’deki değişiklikler ise DSM-III’teki hiyerarşik dışlama kriterlerini çıkarmak olmuştur. Bunu takiben, folitetik (ploythetic) tanısal şemaya göre şizoid kişilik bozukluğu tanısı koyabilmek için sekiz ölçütten dördünün karşılanması yeterlidir (Perry ve Vaillant 1989).

Şizoid kişilik bozukluğu olan bireylerdeki temel özellik, kişilerarası ilişkilerdeki eksiklik ve diğerlerine karşı olan ilgisizliktir. Yaygın bir biçimde tüm bağlamlardaki sosyal ilişkilerden kopma örüntüsü sergilemektedirler. Sık biçimde geri çekilme ve yalnızlık örüntüsü sergileyen bu kişiler, oldukça kısıtlı biçimde iletişim kurma arayışında bulunur ve bu iletişimden çok az tatmin sağlarlar ya da hiç sağlamazlar. Herhangi bir sosyal uğraşı kendi başına yapmayı tercih eden şizoid kişinin yavaş ve bağ kurmayan tarzdaki etkileşimi yüzünden çevresindekiler de geri çekilme ve onu görmezden gelme eğilimi içine girer. Zamanla bu durum, zaten minimum düzeyde olan sosyal becerinin, uygulama yokluğu yüzünden tamamen kaybolmasına yol açar (Beck 2008).

Başka bir görüşe göre ise, şizoid kişiler yoksunluklarının o kadar doyumsuz olduğunu hissederler ki, bu doyumsuzluğun diğerlerine zarar verebileceği ya da diğerlerinin vermek zorunda olduğu her şeyi alabilecekleri düşüncesine yol açar. Bunun yanında, duygusal ihtiyaç/destek aradıkları diğerleri tarafından tüketilmekten ya da zarar görmekten korkabilirler. Bundan ötürü, çoğu yalnız başına kalarak şizoid bir hal alma, hem diğerlerini yoksunluğuyla kendinden uzaklaştırma hem de diğerlerinin istekleri tarafından tükenme korkusundan kurtulmuş olurlar (Gabbard 2000).

Her ne kadar belirgin özellik yalnız başına olmayı tercih etme gibi görünse de, şizoid kişinin insanlarla yakınlık kurmak isteyip, korkuları nedeniyle savunma durumunda kaldığını düşünenler de vardır. Akhtar (1987)’a göre şizoid kişinin oluşturduğu izlenim ile iç dünyası birbirinden oldukça farklı olabilir. Dünyadan kopuk, kendiyle yetinen, cinselliğe karşı ilgisiz ve ahlak kurallarına önem veren biri gibi göründüğü halde bu kişi gerçekte aşırı duyarlı, duygusal beklentileri yoğun, çok dikkatli, yaratıcı ve çoğu kez sapkın olabilir ve dürüst olmayabilir. Bu nedenle bu kişiler, kim olduklarını hiçbir zaman tam olarak algılayamadan son derecede çelişkili duygular, istekler, düşünceler ve dürtüler arasında sürekli bocalarlar (akt. Geçtan 1997).

  1. Şizotipal Kişilik Bozukluğu

İlk olarak Rado tarafından bu kavram bulunmuş ve daha sonra Meehl tarafından kullanılmış olsa da, “şizotipal” terimi son zamanlarda şizofreniyle ilgili yapılan aile çalışmalarının bir sonucu olarak DSM-III’e girmiştir. Şizotipal kişilik bozukluğu, şizofreniye benzer bazı treytler içerir ancak bunlar, şizofreniyi tam olarak karşılayacak düzeyde değildir. DSM-II, bu tür hastaların çoğunu borderline, basit ya da gizli şizofren veya şizoid olarak tanımlamıştır. Bu terim, geçmişte psödonörotik şizofren veya psikotik karakter olarak tanımlanmış birçok hastayı da kapsamıştır (Perry ve Vaillant 1989).

ICD–9 şizoid ve şizotipal arasındaki farktan bahsetmemiştir, bu iki bozukluğu dahageniş bir kavram olan şizoid başlığında toplamıştır. Tuhaf, eksantrik, garip davranış ve görünüşü yansıtan beşinci ölçütün eklenmesi dışında DSM-III-R, DSM-III’ün kriterlerini değiştirmemiştir. Bunun yanında DSM-III-R tanı koyabilmek için dört yerine beş ölçütün karşılanması gerekliliğini getirmiştir. B kriteri, hem şizofreni hem de gelişimsel bozukluk tanısını dışlamaktadır.

Şizotipal kişinin yakın dostları yoktur. Özellikle tanımadığı kişilerle bir arada bulunduğunda aşırı tedirginlik yaşayabilir. Doğaüstü güçlerle aşırı ilgilidir, o mekanda var olmayan bir gücün varlığını algıladığına inanabilir, yanılsamalar yaşayabilir. Dış görünüşü gariptir, alışılmadık el kol hareketleri yapabilir, kendi kendine konuşabilir. Konuşmalarının içeriği fakir, belirsiz ve aşırı soyut olmakla birlikte bağlantısız değildir. Kuşkuculuk ve paranoid özellikler zaman zaman gözlenebilir (Geçtan 2004).

  1. Antisosyal Kişilik Bozukluğu

Psikopatik kişilik kavramı 20.yüzyılda, tanımı çok net olmamakla birlikte, Hervey Cleckley’in 1938’de psikopatik kişiliği psikiyatrik bir tanı olarak suçluluk ve sosyal sapmadan ayırmasına dek sürmüştür. Cleckey, bu bozukluğun sosyal sınıfla ilgili olmadığını, diğer psikiyatrik bozukluklardan farklı olarak psikopatolojinin, belirgin depresyon ve anksiyetenin olmaması ile ortaya çıktığını belirtmiş (Perry ve Vaillant 1989), psikopat kişiyi ilk bakışta psikotik olmayan ancak davranışları, psikozun varlığını düşündürecek kadar toplumsal beklentilere ve gerçekliğe uymayan bir kargaşa içinde olan kişi olarak tanımlamıştır (Geçtan 1997).

İlerleyen dönemlerde “psikopat” teriminden giderek vazgeçilmiş, onun yerine bu durumun kökeninde psikolojikten çok, toplumsal nedenler olduğu varsayılarak “sosyopat” terimi kullanılmıştır (Geçtan 1997).

1952’de yayınlanan DSM-I, sosyopatik kişilik bozukluğu tanısına, başı sürekli dertte olan sorumsuz bireyleri; ahlaki açıdan anormal çevrelerde yaşayanları; homoseksüellik, travestilik, pedofili, fetişizm ve cinsel sadizmi (tecavüz, cinsel saldırı, sakatlama dahil) kapsayan cinsel sapkınlıkları (Beck 2008); ilaç bağımlılığı ve alkolizmi de dahil etmiştir (Perry ve Vaillant 1989).

1968’de DSM-II, antisosyal kişilik terimini kullanarak (Perry ve Vaillant 1989), sadakatsizlik; bencil, duygusuz, sorumsuz, fevri olma; deneyim ve cezadan suçluluk duyma yetisine sahip olmama; engellenme toleransı düşük olma; başkalarını suçlama ve kendi davranışlarına bahaneler bulma özelliklerini eklemiştir (Beck 2008).

1980 yılında yayınlanan DSM-III’de antisosyal kişilik bozukluğu terimi kullanılmaya başlanmış ve 15 yaşından önce başlayan yalan söyleme, hırsızlık, kavga, okuldan kaçma, otoriteye direnme, saldırgan cinsel davranışlar, alkol-madde kullanımı gibi davranışlarda kroniklik bulunduğu uyarısını eklemiş, 1987’deki basımında ise DSM-III-R’de ise fiziksel acımasızlık, vandalizm ve evden kaçma da bunlara dahil edilmiştir (Beck 2008).

Antisosyal Kişilik Bozukluğu, DSM-IV-TR’deki diğer kişilik bozukluklarından farklıdır. Kişilik Bozukluğu başlığı altındaki tüm diğer kategoriler çocuk ve yetişkinler için kullanılabilmesine karşın antisosyal kişilik bozukluğu, 18 yaş öncesi dönemde tanı konulamayan tek bozukluktur. Bununla birlikte antisosyal kişilik bozukluğu, öncesinde “davranım bozukluğu” tanısını gerektirmektedir (Beck 2008). Antisosyal kişi, tüm kişilik bozukluklarında olduğu gibi küçük yaşlardan itibaren kendini belli edecek şekilde toplumda suç, ayıp, günah ya da ahlak dışı sayılan davranışları tekrarlamaya eğilimlidir. Kişi, hırsızlık, gasp, saldırganlık, cinsel suçlar dahil her türlü suçu sonuçlarını düşünmeden ve tekrarlayan biçimde işleyebilir. Sorumluluk, sadakat ve dürüstlük duygusundan yoksundur, sık sık yalan söyler. Yaptıkları yüzünden pişmanlık duymaz, hatalarından ders almaz. Bunların birlikte yaş ilerledikçe bir miktar sönme eğilimi gösterir, saldırganlık, irritabilite ve cinsel suçların sıklığı azalır (Sorias 2007).

Antisosyal kişilik bozukluğu, “diğerlerinin haklarını hiçe sayan ve ihlal eden” bir davranış kalıbı olarak tanımlanmasından ötürü kısmen bulanıktır ve sosyal bir problem yaratır (Beck 2008).

  1. Borderline Kişilik Bozukluğu

Psikoz ve nevroz arasında yer alan Borderline Kişilik Bozukluğu terimini ilk kullanan 1938 yılında Adolph Stern olmuştur. 1941’de Zilboorg şizofreninin hafif bir versiyonu olarak gerçeğin değerlendirilmesinde ve çağrışımlarda bozulmalar ve duygulanımda sığlaşma ile karakterize olan gezici (ambulatory) şizofreniyi tanımlamış; bu kişilerin öfke dolu olduklarını belirtmiştir. 1942’de Helene Deutsch, tutarlı bir kimlik duygusundan ve içsel yönelim kaynağından yoksun psikotik hastaları “miş gibi kişilikler” olarak tanımlamıştır. Bu tanımın altında yatan neden, bu kişilerin duygusal yaşantı ve tepkilerini tamamen özdeşleştikleri ve bağımlı oldukları diğerlerinden elde etmeleridir. Sonraları Hoch ve Polatin, panfobi, pananksiyete ve panseksüelite üçlüsüyle karakterize şizofreni eşiğinde bulunan “psedönörotik şizofreni” terimini kullanmıştır. Borderline durumları ele alan Knight ile psikotik karakteri tartışan Frosch, borderline hastaların psikoz sınırında olduğu görüşünü oluşturmuşlardır (Perry ve Vaillant 1989).

1967 yılında Otto Kernberg, psikoz-nevroz arasında dalgalanmayan ve geçici olmayan, istikrarlı bir karakter yapısı olarak düşündüğü ‘borderline kişilik organizasyonu’ kavramını oluşturmuştur. İşevuruk kriterler ile oluşturduğu listeden herhangi iki ya da üç kriter, tanı için yeterlidir. Bunlar anksiyete, çok semptomlu (polysymptomatic) nevroz ve açık cinsel sapmayı içermekteydi. Bu kişilik organizasyonu örüntüsüne sebep olan şeyse anksiyeteyi  tolere edememe, dürtüleri kontrol edememe, dürtülerini kabul edilebilir hale sokamama (yüceltememe) şeklinde ego zayıflığının çeşitli görünümleri idi (Shorter 2005).

1968 yılında Roy R. Grinker, Senior ve ark, borderline hastaları özellikleri bakımından incelemiş ve borderline hastaların duygulanımsal ilişkilerindeki sorunun öfke patlamaları, tutarsız öz kimlik ve suçluluktan ziyade yalnızlıkla karakterize depresyondan kaynaklandığını öne sürmüşler ve bu kişileri dört farklı kategoriye ayırmışlardır. Bu kategoriler: dürtüsel biçimde öfkeli; diğerleriyle ilişkileri tereddütlü olan; çok az spontanite depresyon’dur. Grinker’ın 1968’deki monografisi (The Borderline Syndrome), Borderline Kişilik Bozukluğu’nun tanınmasına yol açmıştır (Shorter 2005).

DSM-II’ye kadar pek çok borderline hasta, duygusal olarak değişken tanısı alabilecek durumdadır, bu bozukluğu tanımlayacak bir tanım yer almamaktadır. DSM-III-R, Borderline Kişilik Bozukluğu için biri dışında DSM-III’ teki aynı ölçütleri içermektedir. Yalnızca “yalnız kalmaya toleranssızlık” kriteri “gerçek veya hayali bir terk edilmeden kaçınmak için çaba sarf etme” kriteri ile değiştirilmiştir (Perry ve Vaillant 1989). Borderline Kişilik Bozukluğu, yüksek oranda intihar gibi kendine zarar verme davranışı ile ilişkilidir. Bunun yanında kişinin bilişsel işlevlerinde birtakım çarpıtmalar bulunabilir. Bunlar; 1) sanrısal olmayan kuşkuculuk ve referans düşünceleri gibi sorun yaratan ancak psikotik olmayan düşünceler; 2) geçici, sınırları belirli, kısmen gerçeğe uygun sanrı ve varsanılar gibi yarı psikotik düşünceler ve 3) gerçekle uygunsuz olan sanrı ve varsanılardır. Durağan olmayan yoğun ilişkiler de borderline kişi için belirgin bir özelliktir. Kişi, bir yandan yalnız kalmayı önlemek için her türlü girişimde bulunurken diğer taraftan sık tartışmalar, tekrarlayan ayrılıklar yaşayabilir, başkalarında korku ve öfke yaratan uygunsuz davranışlar gösterebilir (Akvardar 2007).

  1. Histrionik Kişilik Bozukluğu

Histrionik Kişilik Bozukluğu, Hipprocates tarafından tanımlanan histeri sözcüğünden türemiştir. 19. yüzyılın sonlarında Charcot ve Janet, histeri terimini konversiyon semptomlarıyla ilişkilendirmiştir. 1958’de literatürde histeri kavramının beş farklı kullanımı bulunmaktadır: bir kişilik yada karakter tipi, bir konversiyon tepkisi, fobi ve anksiyete ile karakterize bir psikonevrotik bozukluk, altta yatan psikopatolojik örüntünün belirli bir tipi ve utanma hali (opprobriüm) şeklindedir. Genel olarak bu tanısal karmaşıklık nedeniyle DSM-II’den çıkartılan bu terim, 1967 yılında DSM-III’de “histrionik kişilik bozukluğu” terimi altında yeniden yer almıştır (Perry ve Vaillant 1989). Sevgi nesnesinden ayrı kaldığında çok yoğun bir anksiyete yaşayan Histrionik Kişilik Bozukluğu için sıklıkla kadınlara tanı konmaktadır ve bunun nedeninin psikodinamik etmenlerden çok, toplumdaki cinsiyet rollerinden kaynaklandığı düşünülmektedir (Geçtan 2004). Histrionik kişinin cinsel yönden ayartıcı davranışları yalnızca cinsel ya da duygusal açıdan ilgi duyduğu kişiye yönelik olmakla kalmaz, pek çok farklı tarzdaki ilişkilerinde de kendini gösterir.

  1. Narsistik Kişilik Bozukluğu

Psikiyatrinin “narsisizm” kavramı ile tanışması dolaylı biçimde olmuştur. Fransız psikolog Alfred Binet (1857–1911), 1887’de kendine tapma şeklindeki fetişizmi Güzel Narcissus öyküsünü mutsuz bir anlama yüklemesi ile başlamıştır. Ardından, İngiliz Seksolog Havelock Ellis (1859–1939), kendi bedenini cinsel obje olarak seçen kişileri tanımlamak için (Geçtan, 2004) “Narcissus gibi” (Narcissus-like) ifadesini kullanmıştır. Ellis’in yazılarını gören Freud, 1905’te bu kavramı ilk kez kullanmış ve ardından narsisizme ilişkin pek çok çalışma yapmıştır (Shorter 2005). Tipik olarak narsistik kişi kendini beğenmişlik, benmerkezcilik, başkalarının yaşadıklarına ve kendilerinin başkalarına yaşattıklarına karşı duyarsızlık, nesnelerle ilişkili sürekliliğin bulunmaması ve psikolojik dokudan yoksunluk ile karakterizedir. Narsistik kişi, benliğinin gerçeklikten uzaklaşmış ve hayali biçimde abartılmış halinin giderek artması sonucunda diğerleriyle ilişkilerinde bozulmalar yaşar. Bu bozulma ise benliğin daha da fazla deforme olmasına ve dolayısıyla bu kısırdöngünün sürüp gitmesine neden olur (Geçtan 1997).

  1. Çekingen Kişilik Bozukluğu

 ‘Çekingen kişilik’ terimini ilk kullanan 1969 yılında Millon olmuştur. Millon,çekingen kişiliği “başkalarından korkma ve onlara güvenmeme” şeklinde tanımlamıştır  ve formülasyonu büyük oranda sosyal öğrenme kuramına dayanmaktadır (Beck 2008).Çekingen kişinin tanımı, DSM-III-R’den çok önce Karen Horney’in yazılarında yer almıştır (Beck 2008). Çekingen Kişilik Bozukluğu kavramı, DSM-III ile başlamıştırDSM-I’den önce bu tarz kişiler, Alfred Adler’in “aşağılık kompleksi” yapısı ile temsil edilmiştir. DSM-I ve DSM-II’de ise bu kişiler şizoid, bağımlı veya yetersiz kişilikler olarak sınıflandırılmıştır. Bazıları ise bu kişileri fobik karaktere sahip olarak nitelendirmiştir (Perry ve Vaillant 1989).Bazı kişilerin şizoid veya bağımlı kişiliklerden farklı tanımlara uyması ve bu kişilerin sosyal ortamlara karşı ilgili ama geri çekilmiş tarzları, DSM-III’e bu bozukluğun da eklenmesine yol açmıştır (Perry ve Vaillant 1989). DSM-III-R de DSM-III’deki yapıyı korumuş, buna ek olarak sosyal ortamlardaki suskunluğu yansıtan ölçüt sayısı artırılmış; diğerlerinin bulunduğu ortamlardan kaçınma ve rutin olmayan aktivitelere katılma konusunda fiziksel zorlukları abartma eklenmiştir (Perry ve Vaillant 1989).

Çekingen Kişilik Bozukluğu, temelde utangaçlık, çekingenlik ve kendine güvende eksiklik ile karakterizedir. Diğerlerinin kendini beğenmeyeceği ya da istemediği düşüncesi, çekingen kişiyi ketleyerek kişilerarası ilişkilerinde bozukluk yaratır. Topluluk içindeyken huzursuz ve sıkıntılı iken, hatta o ortamda bulunmamak için bir çaba gösterirken, aile ortamı ya da yakın çevresi içindeyken rahattır (Sorias 2007).

  1. Bağımlı Kişilik Bozukluğu

Bağımlı bireylerin ilk tanımları genellikle aşağılayıcı olmuştur. 19.yy psikiyatristleri bu kişilerin pasiflik, etkisizlik, aşırı uysallık özelliklerini ahlaki gelişim bakımından eksiklik olarak görmüş ve “beceriksiz”, “zayıf iradeli”, “yozlaşmış” gibi tanımlarla ifade etmiştir (Beck 2008). Farklı bir görüş, ilk psikanalitik kuramcılardan olan Freud ve Abraham tarafından ortaya atılmıştır (Beck 2008). DSM-I’de, “pasif bağımlı kişilik” kavramı genel olarak “bağımlı kişilik” ile eş anlamlı olarak kullanılmış; DSM-II’de de bu tanı yer almamıştır. Bağımlı kişilik bozukluğunun doğası gereği sahip olduğu bağımlılık, kötümserlik, kendinden şüphe etme, cinselliğe ilişkin korkunun olması, benmerkezcilik, kolay etkilenme gibi özellikler psikiyatri hastalarında, özellikle de kişilik bozukluklarında yaygın biçimde bulunması, bağımlılığı bir tanı olarak ayırıp kullanmayı zorlaştırmıştır. Narsizme benzer biçimde bağımlılık kavramının da bütün kişilik bozuklukları içinde bir derece var olduğu düşünülüp bu şekilde ele alındığında psikiyatrik bozuklukların anlaşılmasına kolaylık sağlamaktadır (Perry ve Vaillant 1989).

DSM-III’den farklı olarak DSM-III-R’de bağımsızca davranamama ve karar verememe kriteri eklenirken kendine güven eksikliği çıkarılmıştır. İtaatkarlık/boyun eğme özelliğine ilişkin dokuz ölçüt altıya indirilmiştir ve bu ölçütler onaylanmama, reddedilme, yalnızlık, terk edilme, hoşlanmama ve ilişkilerin sonlanması korkularını içermektedir. Bu tanım, genellikle terk edilme korkusunu yansıtmaktadır. Ancak bu değişikliğin Bağımlı Kişilik Bozukluğu ile reddedilme ve terk edilme korkusunu yoğun biçimde yaşandığı diğer bozukluklar (borderline, çekingen, kendi kendini çelmeleyen) arasında karmaşıklığa neden olabileceği ancak fark edilmiştir (Perry ve Vaillant 1989). Kendi başına karar veremeyen, insiyatiften yoksun, diğerlerine bağımlı ve ilişki tarzlarını sürekli boyun eğici biçimde sürdüren kişilerdir. Kendini diğerlerine muhtaç hissetmesi sebebiyle her koşulda diğerlerinin düşüncelerini onaylar, katılır hatta bu durum kötü sonuçlanabilecek davranışlarda bulunmaya kadar gidebilmektedir (Sorias 2007).

  1. Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu

Freud ve diğer bazı psikanalistler 20.yy başlarından beri Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu olan kişiler için açık bir kuram ve tedavi şekli geliştiren ilk kişiler olmuştur. Obsesyon ve kompulsiyon terimleri, ilk analizciler tarafından hem belirli semptomatik ve patolojik davranışları (yani Obsesif Kompulsif Bozukluk) hem de bir kişilik bozukluğu türünü tanımlamak için kullanılmış, bu nedenle kafa karışıklığına yol açmıştır (Beck 2008). DSM-I ve DSM-III’de “Kompulsif Kişilik Bozukluğu” adı altında yer alan bu tanı, DSM-II’de ve yeniden DSM-III-R’de Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu olarak adlandırılmıştır. DSM-III-R’de, DSM-III ölçütleri korunmuş, buna ek olarak iki yeni ölçüt eklenmiştir: aşınmış, yıpranmış veya eskimiş değersiz şeyleri atamama; ve aşırı vicdanlı davranma ile etik, değerler veya ahlaki konular hakkında esnek olmama (Perry ve Vaillant 1989).

 

Obsesif-kompulsif kişi, kolay karar veremediği, seçim yapamadığı ve hayal gücü sınırlı olduğu için yaşamına farklılıklar getiremez ve çoğu zaman çevresinde olan değişikliklerden korkarak bunlara karşı tavır alır. Diğer insanların esnekliğini küçümseyerek karşılar, onları saçmalıklarla uğraşmakla suçlayabilir ve kendini sağduyulu, gerçekçi bir insan olarak değerlendirir (Geçtan 2004).

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman