DEPRESYONUN ÇAĞDAŞ MODELLERİ

Depresyon kelimesi “buhran, bunalım, çöküntü” anlamına gelmektedir. Ancak depresyon kelimesinin günümüzde değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Gündelik yaşamda üzüntü duyulan durumları, olağan duygudurum halinin dışında bulunulan öznel durumları tanımlamak için sıklıkla depresyon kelimesini kullanılabilmektedir. Üzüntü kelimesinin eşdeğer şekilde kullanılması zaman zaman anlam karmaşasına neden olmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü (1992), depresyonu beden, duygu ve düşünceleri kapsayan ruhsal bir hastalık ve keder ve melankolinin uzun süreli dönemleri olarak tanımlamaktadır. Depresyon; depresif duygulanım, ilgi ve zevk kaybı, suçluluk, benlik saygısında azalma, uyku ve iştahta bozulma, düşük enerji ve konsantrasyon ile kendini göstermektedir. Bu durumun yoğunluğu ve şiddeti kişinin günlük aktivitelerini ve sorumluluklarını yerine getirememesinden intihara kadar uzanabilmektedir. Tedavi edilmediği takdirde belirtiler haftalar, aylar ve hatta yıllarca sürebilir.

DSM-IV’de depresyon,“duygudurum bozuklukları” kategorisi altında sınıflandırılmaktadır. Duygudurum bozuklukları;  Depresif Bozukluklar, Bipolar Bozukluklar ve etyolojlerine göre Genel Tıbbi Duruma Bağlı Duygudurum Bozukluğu ve Madde Kullanımının Yol Açtığı Duygudurum Bozukluğu olarak ayrılmaktadır. DSM-IV’de depresif bozukluklar Majör Depresif Bozukluk, Distimik Bozukluk ve Başka Türlü Adlandırılamayan Depresif bozukluk olarak üç kategoriden oluşmaktadır

ICD-10, Dünya Sağlık Örgütü tarafından hastalıkların tanı ve sınıflandırılmasında evrensel bir koordinasyon sağlamak amacıyla ilk kez 1992 yılında yayınlanmış olan tanı ve sınıflandırma kılavuzudur. ICD-10’a göre depresif nöbette, dikkatin azalması ve dikkatini toplayamama, ilgi ve zevk kaybı, enerji azlığı, çabuk yorulma, benlik değerinde düşüş, değersizlik düşünceleri, suçluluk duyguları, karamsarlık, umutsuzluk, kendine zarar verme ve intihar düşünceleri, uyku bozukluğu ve iştah azalması sık görülen belirtilerdir.

Depresyon, mutsuzluk, ilgi ve istek kaybı, suçluluk duyguları, benlik saygısında azalma, uyku veya iştahta bozulma, enerjisizlik ve konsantrasyon kaybı gibi özelliklerin görüldüğü sık görülen bir bozukluktur. Bu sorunlar kronik ya da tekrarlayan nitelikte olabilirler; kişinin günlük yaşamla başa çıkabilmesini önemli oranda engeller.

Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen “Türkiye Ruh Sağlığı Profili”araştırmasının sonucunda ülkemizde depresif nöbet yaygınlığı %4 olarak bulunmuştur. Kadınlarda bu oran %5,4, erkelerde ise %2,3 olarak saptanmıştır. Ağrı bozukluğu dışta tutulduğunda Türkiye’de en sık rastlanan ruhsal bozukluğun majör depresif bozukluk olduğu bildirilmiştir.

Depresyon ve depresif belirtilerin kadınlarda erkeklere oranla daha sık görüldüğü kabul edilmektedir. Depresyona özgü cinsiyet farklılığı birçok nedenle açıklanmaya çalışılmıştır; örneğin, strese daha fazla maruz kalma, daha fazla yardım arama, üzgün olduğunda ağlayabilme, depresif duygudurumla  başa çıkabilme mekanizmaları, depresif semptom profilleri, menstruasyon, menopoz ve postpartum  gibi dönemlerde hormonların etkileri farklılığı açıklayacak nedenler arasında sayılabilmektedir.

Dünya Sağlık Örgütünün 1997 yılında yaptığı çalışmanın sonuçlarına göre depresyonun 2020 yılına kadar zaman kaybına, yeti yitimine ve ölüme neden olan etkenler arasında ikinci sırada yer alacağı tahmin edilmektedir.

Depresyonun Çağdaş Modelleri

Klasik dönemlerden 20. yüzyıl başlarına dek geçen dönemde duygudurum bozukluklarıyla ilgili anlayış doğaüstü açıklamalardan doğal açıklamalara; indirgeyici üniter teorilerden bütünleyici teorilere ve dualizmden psikobiyolojiye kaymıştır. Birbiriyle rekabet eden teorik bakış açılarının türettiği yeni yaklaşımlar duygudurum bozukluklarının özellikle de depresif bozuklukların farklı yönlerini anlamak için modeller üretmişlerdir.

  1. Saldırganlığın içe yönelmesi modeli:Deprese duygulanımın, ambivalan olarak sevilen içe alınmış bir nesneye yönelen saldırgan itkiler nedeniyle geliştiği düşüncesi aslında Sigmund Freud‟un öğrencisi Karl Abraham tarafından geliştirilmiş, ardından Freud tarafından ayrıntılandırılmıştı. Abraham ve Freud‟un varsayımına göre, içe yönelen öfkenin amacı depresif hastanın bağımlılık ve sevgi ihtiyacını hüsrana uğratan sevgi nesnesini cezalandırmaktır; ancak nesne örseleyici bir kaybı önlemek için zaten içe alınmış olduğundan kişi kendi öldürücü itkilerinin hedefi haline gelmektedir.

Modelin uzun süredir kabul görmesinin bir nedeni, pek çok depresif hastada klinik olarak gözlemlenen kendine güvensizlik ve öfkenin dışarıya yöneltilmesindeki yetersizliğe uygun olmasıdır; bununla birlikte klinik pratikte öfkeli bir tutum sergileyen birçok hasta vardır ve pek çok hastada klinik düzelmeye öfkede artma değil azalma eşlik etmektedir.

  1. Nesne kaybı ve depresyon :“Nesne kaybı” ifadesiyle anlatılmak istenen bağlanılmış önemli nesnelerle yaşanan örseleyici ayrılıklardır. Ayrılığın depresojenik etkisi klinik derecelendirmeyi yapan kişinin keyfi ve nesnel olarak olaya atfettiği ağırlıkta değil, ayrılığın o kişi için varolan sembolik ağırlığındadır.

Nesne kaybı teorisi, saldırganlığın kendine yönelmesi teorisiyle karşılaştırıldığında klinik depresyonla daha doğrudan ilgili gibi görünmektedir ve etiyolojiden sorumlu bir etken olup olmadığı hala tartışmalıdır.

  1. Kendilik değerinin kaybı ve depresyon:Depresyon dinamiğinin egonun kendilik değerindeki çökme olarak yeniden formüle edilmesi orijinal id-psikolojik formülasyonda bir başka kavramsal kırılma daha yaratmıştır, bu model depresyonun kaynağının egonun ulaşılamaz amaç ve ideallerden vazgeçememesi olduğunu iddia etmektedir.

Kendilik değeri bireyin daimi hale gelmiş özgüvenidir ve kişiliğin yapısı için gereklidir. Gerçekten de bir özellik haline gelmiş düşük kendilik değeri depresif (melankolik) kişilik açıklanırken yüklenilen temel noktalardan biridir.

Kendilik değerindeki değişikliklerin depresyon modellerinde merkezi bir yeri bulunmaktadır; kendilik değerinin kaybıysa daha temel bir duygudurum bozukluğunun belirtisidir.

  1. Bilişsel model:Aaron Beck, olumsuz çizgideki düşüncelerin klinik depresyonun işareti olduğunu öne sürmüştür ve bilişsel üçleme bağlamında depresyonu yeniden tanımlamıştır. Buna göre, hastalar kendilerini çaresiz hissetmekte, çoğu olayı kendisine karşı olarak yorumlamakta ve gelecekten umudu kesmektedirler.

Bilişsel modelin teorik öneminin nedeni depresyonun ego psikolojik ve davranışsal modelleri arasında oluşturduğu köprüdür. Bunun yanı sıra, olumsuz düşünce biçimlerini değiştirmeye ve hastanın gelecekte içine düşmesi olası olumsuz düşünce, umutsuzluk ve depresyona karşı hastayı güçlendirmeyi amaçlayan yeni bir psikoterapi sisteminin gelişmesine yol açmıştır.

  1. Öğrenilmiş çaresizlik modeli:Bu model bazı yönlerden bilişsel modelin deneysel bir benzeridir. Bu modele göre, depresif durum kişinin istemediği bir takım olayları sonlandırmayı başaramadığı geçmiş yaşantılarından öğrenilmiştir. Öğrenilmiş çaresizlik genel bir paradigmadır ve depresyondan daha geniş kapsamlı bir zihinsel eğilimi tanımlamaktadır. Bu nedenle sosyal olarak güçsüz hissetme, spor karşılaşmalarında yenilme ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) gibi farklı durumların anlaşılmasında önemlidir.
  2. Depresyon ve pekiştirme:Peter Lewinsohn başta olmak üzere, başka birçok davranışçı araştırmacı, depresyon için pekiştirme mekanizmalarındaki çeşitli eksikliklere dayandırılan klinik formülasyonlar geliştirmişlerdir. Pekiştirme modeline göre depresif davranışlar uygun ödüllerin eksikliğine ve daha özgül olarak tesadüfi ödüller alınmasına bağlıdır. Son yıllarda depresyonla ilgili davranışsal yöntemlerden türetilerek geliştirilen görüşler bilimsel olarak kanıtlanmıştır ve bu nedenle de klinik depresyon için sınanabilir yaklaşımlar sağlamaktadır. Ancak, pekiştirme paradigmasının araştırıldığı çalışmalarda, kendini değerlendirme envanterlerinin saptadığı depresyonla klinik depresyon arasındaki önemli fark göz ardı edilme eğilimindedir.
  1. Nörofizyolojik yaklaşımlar:  1960‟lı yıllarda Alec Coppen ve arkadaşları nöronların elektrolit dengesindeki anormallikler ve ikincil nörofizyolojik bozukluklarla ilgili çalışmalar yapmışlardır; bir duygudurum bozukluğu atağı sırasında aşırı miktarda sodyumun hücre içine girdiği ve iyileşme sırasında hastalık öncesi dengeye ulaştığı bilgisi şu anki verilere uygundur. Joseph Mendels ve Peter Whybrow (1968) melankolik durumlarda nörofizyolojik uyarılma ile ilgili çalışmalarında bu elektrolit dengesizliklerini vurgulamışlardır. 1990‟larda Frederick Goodwin ve arkadaşları bipolar depresyonu olan hastaların bir kısmının lityum tuzlarına yanıt verdiklerini görmüşlerdir


Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman